son dönemde kafamı epey kurcalayan ve bir yerlere not etmek istediğim bir şey var. dinlemek isteyenlere de aktarayım.
Şu sorunun cevabı hala net değil: Değer dediğimiz şey tam olarak ne? Bir ürünün kendisi mi, verilen hizmet mi, yoksa aslında sadece üzerinde uzlaşılmış bir fiyat mı?
bugün küresel ölçekte büyüme rakamlarına, piyasa değerlerine, teknoloji devlerinin açıklanan karlarına baktığımızda “tarihi bir zenginlik dönemi” yaşıyormuşuz gibi görünüyor. fakat bu parlak tablonun arka planında, giderek daha belirgin bir çarpıtma var: ekonomik sistem, gerçek üretimden çok bilanço şişirmeye dayanıyor. para hareket ediyor gibi gösteriliyor, ama aslında gerçek anlamda yeni bir servet üretilmiyor.
buna kısaca “aldatıcı ekonomi” diyebiliriz.
özellikle abd merkezli teknoloji şirketleri arasındaki ilişkiye bakalım. nvidia, oracle, meta, microsoft, amazon… bu şirketlerin her biri diğerinin hem müşterisi hem tedarikçisi hem altyapısı hem de pazarı. böyle bir şey olmaz.
Nvidia donanım satıyor, bu donanım Oracle veya Amazon’un bulut altyapısına giriyor, Meta bu altyapıyı kullanıp yapay zeka modelini eğitiyor, o modeli reklam gelirine çeviriyor, o gelir yeniden aynı altyapı ve donanıma dönüyor. Her işlem kayda gelir olarak giriyor. Her bilanço talep patlıyor diye okunuyor.
kağıt üstünde şunu görüyorsun: herkes birbirine fatura kesiyor. herkesin gideri, bir başkasının geliri olarak kayda giriyor. bu da şirketlerin cirosunu ve karını belli ölçüde yukarı taşıyor. piyasada da şu algı oluşuyor: “talep var. kullanım var. büyüme var.”
sorun şu: bu para döngüsü çoğu zaman sistemin dışına çıkmıyor. yani gerçek anlamda geniş halk kesimlerine, reel ekonomiye (örneğin ücretlere, üretime, lojistiğe, tarıma, altyapıya) aynı ölçekte yansımıyor. aralarında dönen para, zincirin dışına sızmadan yine aynı halka içinde kalıyor.
bu, beş arkadaş sürekli birbirlerine ev kiralayıp “bak benim kira gelirim 100.000 lira, ben çok iyi durumdayım” demeye benziyor. toplam para aslında artmıyor. sadece herkes birbirine yüksekten fiyat biçerek, dışarıya “biz çok değerliyiz” sinyali veriyor.
bu sinyal, borsada hisse değerini şişiriyor. hisse değeri şiştikçe şirketin piyasa değeri büyüyor. piyasa değeri büyüdükçe şirket hem daha ucuz kredi buluyor hem daha rahat tahvil çıkarıyor hem de çalışanlarına hisse vererek nakit ödemeden “maaş ödüyor”. böylece nakit çıkışı bile sınırlanıyor. yani sistem kendi ağırlığıyla kendi kendini yukarı çekiyor.
normal şartlarda ekonomi dediğimiz şey şunu içerir:
1 birim emek > 1 birim mal/hizmet > karşılığında ödeme > ödeme başka bir yerde talep yaratır > çarpan etkisiyle ekonomi büyür.
bugün teknoloji sermayesinde gerçekleşen büyümenin önemli kısmı, tüketiciye satılan nihai bir ürünün patlayıcı şekilde artmasından değil, şirketlerin birbirlerine sattığı kapasite ve gelecekteki beklenti üzerinden geliyor. yani ortada çoğu zaman somut bir yeni nihai ürün yok. gelecekte üretilecek değer vaadi var.
bu yüzden bilanço rakamları çok büyük görünüyor. çünkü muhasebesel olarak bu şirketler birbirlerine gerçekten fatura kesiyorlar. dolayısıyla finansal raporda “ciro” şişiyor, “karlılık” şişiyor, “ar-ge yatırımı” şişiyor. fakat bu, tabana yayılan bir refaha dönüşmüyor. bunun yerine ortaya çıkan şey, bilanço üzerinde bir şişme: piyasa değerleri büyüdükçe, bu büyüme “ekonomik güç” olarak okunuyor. ve bu algı da doların küresel cazibesini besliyor.
bu noktada “değer” artık somut üretimden değil, karşılıklı beklentiden türetilmiş oluyor. ama mesele sadece bu değil. Bu modelin bir de para tarafı var.
Eğer ekonomide bu kadar agresif değer şişirmesi varsa, yani kağıt üzerinde servet aniden büyüyorsa, bunun arkasında çok yoğun bir para arzı da vardır. Çok yoğun para arzı ise eninde sonunda enflasyona baskı yapar. Çünkü fazla para bir yerlere gitmek zorundadır ve genelde gittiği yer temel yaşamsal şeylerin fiyatıdır: gıda, konut, enerji.
dolar bundan besleniyor
burada kritik halka, abd dolarının hala dünyanın rezerv parası ve finansal güven limanı olması. yani çin de dahil olmak üzere dünyadaki tasarruf sahipleri, emeklilik fonları, varlık fonları, merkez bankaları, “güvenli liman” olarak hala abd varlıklarına (tahvil, hisse, teknoloji şirketi değeri vs.) yatırım yapıyor.
normal bir ülkede devlet para basar, yani piyasaya çok fazla likidite salarsa şirket değerleri abartılı şişirilir ve sonuç olarak da enflasyon yükselir. çünkü piyasadaki fazla para gidip ekmek, kira, akaryakıt gibi gerçek şeylerin fiyatını artırır.
abd’de tablo biraz daha farklı işliyor. abd para bastığında bu para sadece kendi iç piyasasında kalmıyor. küresel sistem, bu fazla likiditeyi gönüllü olarak emiyor. çünkü herkes bu şirketlerin hisselerini, tahvillerini, dolar bazlı varlıklarını tutmak istiyor. abd çok fazla para basıyor, ama bu fazla para anlattığım sebeplerle dünyanın geri kalanına ihraç ediliyor. Bugün abd ihracat verilerine bakarken doları görmüyor olabiliriz ancak abd’nin hem en karlı, hem en büyük ihracat kalemi dolar.
bu ne sağlıyor? enflasyon baskısı, büyük oranda abd içinde değil, abd dışında hissediliyor. abd içindeki tüketici enflasyonu kadar dünya genelinde dolar üzerinden fiyatlanan mallarda şişme görülüyor. yani amerika’nın bastığı paranın maliyetinin bir kısmını dünyanın geri kalanı ödüyor. abd içinden baktığında sistem çalışıyor gibi görünüyor. devler birbirini şişiriyor, piyasa değeri tırmanıyor, daha fazla dolar talebi oluşuyor, dolar güçlü kalıyor. dolar güçlü kalınca ithalat ucuzluyor, bu da iç enflasyonu törpülüyor. sanki sihirli bir denge varmış gibi.
Yani şişmiş değer ve yüksek beklenti para basmak için siyasi alana yol açıyor. Ardından para basılarak ekonomi büyütülüyor ve küresel olarak emilen dolar içerideki enflasyonun bir kısmını sönümlenmiş gibi görünüyor.
bu sistem iki varsayıma dayanıyor:
1. dünya, abd varlıklarına güvenmeye devam edecek. yani “bu şirketler geleceğin altyapısıdır, bunların değeri gerçek, dolar güvenlidir” inancı kırılmayacak. eğer küresel yatırımcı bu güveni kaybederse, abd’nin bastığı para abd içinde kalmaya başlar ve enflasyon duvar gibi gelir. bu durumda, şu an dışarıya ihraç edilen baskı içeri döner.
2. teknoloji balonu gerçekten üretkenliğe dönüşecek. bugün “yapay zeka devrimi” söylemi, gelecekte verimlilik artışı sağlayacağı iddiasına dayanıyor. yani şirketler şunu diyor: “evet şu an birbirimizin değerini, var olmayan paralarla şişiriyoruz ama bu, yarın tüm sektörlerde üretkenliği artıracak. yani bu aslında geleceğin katma değeri için bir ön yatırım.”
eğer ikinci varsayım doğru çıkmazsa, yani bu sermaye harcaması gerçek verimlilik patlamasına dönüşmezse, elimizde birbirini şişirerek büyümüş bilançolar, aşırı değerli hisseler, bu hisselere dayanarak verilmiş borçlar ve merkezde bunları dolar üzerinden destekleyen bir para rejiminden başka bir şey kalmıyor.
bu noktada aldatıcı ekonominin risk tarafına geliyoruz: eğer beklenti çökerse, değer de çöker. çünkü değer şu anda beklentiden ibaret. biz büyüme diyoruz ama aslında ölçtüğümüz şey çoğu zaman beklentinin fiyatı.
teknoloji devlerinin birbirine sattığı kapasite, kendi içinde dönen fatura zincirleri, piyasa değerini şişirip dolar talebini canlı tutuyor. bu yapı abd’nin agresif para genişlemesine rağmen iç enflasyonu nispeten yönetilebilir kılarken, maliyetin önemli kısmını dışarı ihraç ediyor. yani bir ülke kendi balonunu tüm dünyaya dayatıyor.
aldatıcı ekonomi tam olarak bu: para ortada dolaşıyor gibi, şirketler tarihin en yüksek değerlerine koşuyor gibi, herkes büyüyor gibi… ama sistemin dışındaki sıradan insan için yeni bir değer yaratılmıyor. değişen tek şey, faturaların kime kesildiği.
sevgiler