Aşkın tanımını yapmak iki sebeple imkansızdır. Birincisi aşk, yaygın kullanımda sulandırılmış bir kavramdır. İkincisi ise aşk, ontolojik anlamda kuşatılan değil kuşatandır. Kuşatılmayan şeyin ise tanımı yapılamaz. Fakat bu yine de aşka işaret edemeyeceğimiz anlamına gelmez. Birtakım özelliklerinden hareketle aşkı anlayabiliriz.
En genel betimlemesiyle aşk, ruh sahibi bir akledenin bir başka nesnedeki ebedî hareketsizlik isteğidir. Sevgilisine sarılan birinden “Keşke zaman dursa! Keşke bu an sonsuza kadar devam etse!” gibi sözleri sıkça duymamızın sebebi budur. Bu mâşukta âşığa nazaran üstün yanlar sezilir veya keşfedilir. Bunun üzerine üstün olmayan yanlar da âşık tarafından bina edilir. Bu alçaklık şuuru, âşığın varlığının mâşukun karşısında anlamsız olduğu hissine sebep olur. Bu sebeple âşık her daim kendi varlığını mâşukunun varlığına armağan etmeye can atar.
Aşk, yok olmaya duyulan bir hasrettir. Bu yüzden şehvete dönüştüğü anda yok olur. Zira şehvet, var olmaya duyulan özleme verilen isimdir. Bu sebeple aşk ve şehvetin aynı anda bulunması imkansızdır. Şehvet halinde insan çok uyur, çok yer, çok güler ve çok hareket eder. Aşk halinde ise bunların tam tersi geçerlidir. Uyumak, yemek, gülmek ve hareket etmek neredeyse imkansızdır. Bunlar ancak zorunlu oldukları vakit gerçekleşirler aşk halinde. Birbirine âşık iki insanda bile gülmek az rastlanan bir olaydır ve rastlandığı vakit ancak ârızî olarak gerçekleşir. Âşıkların gülüşmeleri çoğunlukla aşkın şehvete dönüştüğü aşamadan sonradır. Bu aşamanın öncesinde ise çoğunlukla ağlaşma hali hakimdir. Bunun sebebi ise yukarıda değindiğimiz gibi mâşukun üstünlüğü karşısında âşığın, var olmaktan duyduğu mahcubiyettir.
Bazen aşkın beşerî aşk ve ilahî aşk şeklinde sulandırıldığını da görürüz. Bu ayrım ya meseleyi akla yaklaştırmak için yapılan bir ayrımdır ya da ayrımı yapanın aşkla alakalı bir bilgisinin olmadığını gösterir. Zira aşkın “üstün olana karşı ebedi hareketsizlik isteği” şeklindeki betimlenmesi aslında onun her türünün ilahî olduğunu ve Tanrı’ya teveccüh ettiğini gösterir. Daha açık bir ifadeyle her aşkın gerçek nesnesi yalnızca Tanrı’dır. Tanrı nasıl ki âlem ile tecessüm ediyorsa Tanrı’ya duyulan aşk da bizim sevgili olarak tanımladığımız insan veya nesne ile tecessüm eder. Bu yüzden âşık olabilen bir insan bu aşkını şehvete dönüştürmemeyi başarabildiği müddetçe hiçbir şeyden korkmamalıdır.
Bu nitelendirmeler Vahdet-i Vücûd öğretisinde kendini gösterir. Zira “Mutlak Varlık” olarak nitelendirilen Tanrı her türlü vücudun ve vücûdîliğin kaynağıdır. Her türlü yokluk ve ademîlik ise O’nun tecellîlerinin O’nun zatından eksik olmasından kaynaklanır. O halde her tecellînin vücûdî yanı “Tanrı’dandır”. Her tecellînin ademî yanı ise “Tanrısızlıktandır”. Yani vücûdilik Tanrı’nın cevheri ile var olduğu yerdir. Ademîlik ise Tanrı’nın cevheri ile var olmadığı yerdir. Bazıları burada nur-zulmet isimlendirmesini kullanır. Tanrı’nın tecellîlerinin eksik yanlarında cevheri ile var olmamasının sebebi ise tecellînin zat kadar kusursuz olmasının imkansız olmasıdır. Matematiksel olarak örneklendirecek olursak “zat eksi tecellî, eşittir tecellîdeki ademîlik”. Bu durumda fark edilen tüm üstünlüklerin vücûdi olması gerektiği ve Tanrı’nın cevheri tarafından illetlenmiş olması gerektiği açığa çıkar. Tanrı’nın cevheri sebebiyle sadır olan aşk ise ilahî olmak zorundadır zira teveccüh ettiği cevher mâşukun cesedinin ötesinde duran Tanrı’nın cevheridir.
Burada bu cesedin ötesindeki mana fark edilmediği zaman aşk, mâşuktaki ademî yanlara kayarak şehvete dönüşür ve aşkın getirdiği tüm ibreler tersine döner. Ötedeki mana fark edildiğinde ise aşkın devamlılığı sağlanmış ve var oluşun “büyük ödülü” olan hareketsizlik ve yokluk ufukta görünmüş olur. Bu haldeyken insan gerçek mâşuk olan Tanrı ile vasıtalı bir şekilde “sevişir”. Bu durumda sevgiliden veya sevenden sadır olan (ve muhtemelen sadır olmak zorunda olan) “ötedeki manaya zıt bir hareket” aşkın tecessümünü yok eder ve kalbi boşaltır. Fakat aşk, tecessüm edecek bir nesnesi olmaksızın askıda kalır. Bu durumun kaç kere tekrar edeceği muhtemelen kişiden kişiye göre değişecektir. Bu aşkı tecrübe etmiş olan boş bir kalp nihayetinde pervane böceğine dönüşür. Etrafında dönerek tutuşacağı ateşi aramaktan deli olur. Dağ deler, çöllere düşer, semah döner. Sonrasında muhtemelen madde ile bir işi de kalmaz. Sonrasını Allah bilir.
yazan: mehmet tayfun küçük